31 Temmuz 2014 Perşembe

Levlâke Levlâke

Bir gün Akâid dersinde talebelerden birisi 'levlâke levlâke, lemâ haleqtul eflâke' hadis-i kudsî'sisinin sıhhatini sormuştu, daha sonrasında da manayı biraz olsun idrâk edebilmemiz için mülahaza etmiştik. İsnâd olarak kuvvetli olmayan bir hadis diye biliyorum, o sebeple isnâdı üzerinden değil de başka bir ayetle manası yönünden açıklamaya çalışmıştım o gün:

"Levlâke levlâke, lemâ hakeqtul eflâke: Sen olmasaydın alemleri yaratmazdım." Ve Zariyât Suresi 56. ayet-i kerîme: "Ben insanı ve cinni bana ibadet etsinler, (büyüklerimizin tefsiriyle) 'beni bilsinler' diye yarattım." Yani, Allah'ı bilmek ancak ona kul olabilmekle mümkündür, kulluğun alâmet-i fârikası ise ibadettir. İnsan Allah'a ibadet etmesi, onun ne kadar yüce bir yaratıcı olduğunu müşahade edip tefekkür etmesi ve kulluğunu bilmesi için yaratılmıştır. Kulların en hayırlısı ise 'kul gibi kul' olan, örnek almakla emrolunduğumuz Resulullah (s.a.v)'dir. O halde insan türü onun gibi bir zâtı, yani kulu içinde barındıracağı için, âlemse insan için yaratılmıştır. Diğer kullar da onun gibi kul olmaya yaklaştıkça sevilmiş ve yaratılış gayesine ulaşmıştır. 


Evet, hadis-i kudsî'yi bu mana ile düşününce birazcık idrâk edebildiğimi düşündüm ama yine de 'sen olmasaydın' şeklindeki bir cümlenin Allah'ın sözü olup olmayacağı hususunda tereddüdüm var, Allah'u a'lem.

İmam Fatıma ve eşi El Kâsâni


Hanefî Fıkhında Cuma namazının şartları ile alâkalı bir bölümde, şehrin tarifi veriliyordu. Tarifin bir yerinde, yöneticisi kadın olan şehrin 'şehir' olmayacağı yazıyordu, ama 'qîle' olarak gelen bir görüşte ise, 'kadın yöneticisi olan bir şehrin de şehir olabileceği' hükmü vardı. Zira o kadın yönetici imam tayin edebilir, kadıları görevlendirebilirdi. Bunlar için erkek olmasına gerek yoktu. Tabi Hanefi Mezhebinin genelinden ayrılan bu görüşü ve sahibini merak ettim. Ve şöyle bir bilgiye ulaştım:

İmam Kasâni, hocasının 'Tuhfe'tul Fukuha' isimli eserini şerh etmiş, bu eserini çok beğenen hocası Semerkandî, pek çok tâlibi bulunan kızı fakihâ Fatıma'yı kimselere lâyık görmezken bu talebesine lâyık görmüş. Kızı de mehir olarak bu eseri istemiş, yani Bedâiu's-Senâî'yi. Evlendikten sonra da bir hususta fetva verecekleri vakit, Üçü (baba, kız ve dâmad) toplanır, ve öyle fetva verirlermiş. (ben de şuradan gördüm). Acaba İmam Semerkandî ve İmam Fatımâ şerhteki bu görüş hususunda ne düşünmüştür? Semerkandî bu görüşü okuyunca kızına düşman olmayacak birini buldu diye sevinmiş midir? Cevabı nedir bilmiyorum ama Allah bunun gibi hocalarımızı bu devirde de nasib eylesin bize.

10 Nisan 2014 Perşembe

Entecilik

Bir iki ay kadar evveldi, rüyamda ak sakallı bir dede görmüştüm, olayı bir kaç yerde anlatmıştım, ama burayı okuyan varsa (sayıları çok az, biliyorum :ı) diye bir kez daha anlatacağım. 

Bu dede, erkekleşme, erkekliğe özenme manasında 'entecilik' tabirini kullanarak bana öğüt veriyordu (öğüdün içeriğini hatırlamıyorum, fakat dedenin bu enteciliği hoş karşılamadığı aklımda kalmış). Bilenler bilir, 'ente' Arapça'da erkekler için kullanılır. 'Entecilik' de, bir nevi erkeklik taslamak, erkek gibi olmaya çalışmak manasına geliyor (rüyadan yorumladığım kadarıyla). Derken, geçenlerde bir gün Nahiv âlimi olan bir zattan (kendisine seydâ diye hitâb ediliyor) konu ile alâkalı olarak şunu öğrendim: Kurân-ı Kerim'de sadece bir yerde özne (fâil) müennes/dişil olmasına rağmen fiil/yüklem müzekker olarak gelmiş. İşte bu yer de Yusuf Suresi - 30. ayetmiş. Ayet-i Kerime'de bir kadın topluluğundan bahsedilmekte. Fakat 'dedi/dediler' manasında olan fiilin "qâlet" şeklinde müennes olarak zikredilmesi lâzımken, bu ayet-i kerime'de müzekker hâli olan "qâle" şekliyle gelmiş. Bunun sebebi ise bahsedilen bu kadın topluluğunun 'erkeksi' davranış sergilemeleri, bir nevî erkekleşmeliriymiş. Seydâ'yı dinleyince birden münevverlendim ve rüyamı hatırladım, pek sevindirik oldum. Şimdi âyetlerin manasını koyayım, sonra bir iki laf daha edeceğim kısmetse. Evvelâ Ömer Nasûhi Bilmen çevirisi:

"Ve şehirdeki birtakım kadınlar dedi ki: «Azîz'in refikası, genç kölesinin nefsinden muradını almak istiyormuş. Muhakkak ki, onun yüreğini kaplayan ince deriyi bir sevgi parçalamış. Şüphe yok ki, biz onu elbette bir apaçık sapıklık içinde görüyoruz." Ömer Nasuhi Bilmen Yusuf-30

Bu meál bir kaç tanesi içerisinde en sevdiğim olmasına rağmen, aradığım manayı (erkekleşen kadın topluluğunu) tam vermemiş. O sebeple bana oldukça kaba gelen, ama beri yandan da aradığım manayı ancak verebilen bir meál'i daha koymak istedim:

"Şehirdeki bazı kadınlar, "Aziz'in karısı uşağıyla düşüp kalkmak istemiş, ona sırılsıklam 'aşık olmuş. Belli ki kadın iyice azmış" diye dedikodu ettiler." Mustafa Öztürk 

Bu çeviri, erkekleşen kadından ne kastedildiğini ve müennes bir fiil/yüklem yerine müzekkerinin getirilmesinin sebebinin ne olduğunu daha iyi kavramama vesile oldu. İkinci meál'de de görüldüğü gibi, bu kadınların gıybet ederkenki laf atış tarzları bir kahvehâne ortamını çağrıştırmakta: sanki mahallemi erkekleri toplanmış ve mahallenin gözdesi hakkında ileri geri konuşurmuş gibi bir ifâde biçimleri var. İşte bu yüzden erkeklikle nitelenmişler, Allah'u á'lem.

Kâdir-i Mutlak

İnsanız ya, Allah'u Teâlâ düşünüp de ibret alalım diye akıl-fikir vermiş ya, onu keyfimiz nasıl istiyorsa ona göre kullanabiliriz öyleyse. Durmaksızın eleştirmemiz gerekir: Herkesi, her şeyi. Yaratıcımızı da eksik bırakmayız hâliyle. "Her şeyin yaratıcısı o ne de olsa, ben dâhil yapılan tüm kötülüklerden bir pay onda da var (hâşâ), o halde ilk eleştirilmesi gereken zat da O'dur ancak" diye düşünüyoruz (bu düşünce biçiminden ben de hâriç değilim.) Bu eleştiriler genelde insânî özelliklerin Allah'a atfedilmesi sonucu oluşuyor. O, bizim istediğimiz şekliyle iyiyi yaratmak, kötüyü biz istediğimiz zaman def etmekte zorunlu, aksi takdirde, hâşâ bizim yaratıcımız olmaya hak kazanamaz, sonuçlarına da katlanmak zorunda kalır. Eğer bizim birbirimize kibretmemiz yanlış ise, onun da bize etmesi yanlıştır. Eh, hâliyle durmaksızın bize karşı da övünmemelidir.


Oysa Allah diler ve yaratır, öyle bir varlığa niye yarattın, hadi yarattın ama böyle olmak zorunda mıydı diye efelenebilmek de ancak cehûl insana has bir şey olsa gerektir. Yarattıktan sonra varlığının devam etmesi bile ona bağlıyken hem de. Üstelik, onun hikmetini acele olarak ömrümüzün baharında, yetmedi bu dünyada görmek istiyor, göremeyince de hayalkırıklığı yaşıyoruz. Oysa sabırla, çalışarak ve inanarak beklememizdir bize yakışan; kul olarak. Olsundu ama, hazır bu dünyada becerebiliyorken (bize izin verilmişken) yapalım, nasılsa (ister inançlı ister inançsız olalım) bir daha bu dünyaya gelecek hâlimiz yok.


Yine Allah'ın kendisini ayetlerinde, dâima bize övmesinde de garip karşılanacak bir şey yoktur, zirâ kibrin kötülüğü bize nisbetledir. Yoksa onun kendisini övmesi kötü değildir, zira buna ancak O lâyıktır. Sende var olan bir takım özelliklerinin müsebbibi sen değilsin diye övünmendir yanlış olan, her şeyi yaratan Zat'ın sana kendini övmesi garip değildir bu sebeple. Ama bizler insanız, neyin niye var olduğuna, bizim ne olduğumuza dâir bilgilerimiz hem kısıtlı hem de bilsek bile unutup kendi hevâmıza göre yolumuza devam etmeye çalışıyoruz. Bu sebeple Allah'u Teâlâ mütemadiyen peygamberleriyle bize kendini hatırlatıyor. Hani belki biz insanlık olarak kibirlenmesek, övünmesek, başkalarını ezmeye kalkışmasak bize kendini başka türlü tanıtacaktı; medeniyet/uygarlık dediğimiz şeyi var etmemizle beraber haddimizi de giderek aşmamız sebebiyle had bildirmek, ne için var olduğumuzu hatırlatmak üzere bize kendini bu yönüyle de tanıttı.


Kâdir-i Mutlak bir yaradanın medeniyetle beraber insanlık tarihine girdiğine dâir iddilara bir de bu gözle bakabiliriz. Elbet hakîkati en kâmil şekliyle O bilir.

31 Aralık 2013 Salı

Var Olmaktan Keyiflenmek

Ömrüm var olmaktan sıkıntı duymakla geçti, hem var olmanın kendisinden hem de bu varlığın kadın kalıbında şekillenmesinden. İnsanların hayatlarında ilk hatırladığı şeyler olur ya, işte benim hatrıma gelen ilk şey beni sarmalayıp boğan 'sıkıntı' idi. Büyüdükçe bu sıkıntıya müsebbibin ne olduğunu bulmaya çalıştım. Ufakken yeterince eğlenemiyor oluşumdu, belki de o zamanlarda bana epey ağır gelen Kuran'ı Kerim'i ezberlemekti. Biraz daha büyüdüm, artık o sebepler yoktu fakat o boğuculuk hâlâ devam ediyordu. Bu sefer sebebim değişti, artık eğlenememek değil kadın olarak var olmaktan dolayı sıkıntı duyuyordum. Zira, kadınlık (en azından benim etrafımdaki hâliyle) erkekliğe nisbetle daha da sarmalanan, etrafı çevrelenen bir şeydi; kurallar, kurallar ve kurallar. O halde sıkıntımın kaynağı kadın olmak ve beraberinde getirdiği sınırlanmışlıktı. Erkek olabilseydim, ah olabilseydim her şey geçecekti veya erkek kadar genişlik sâhibi olabilseydim. Çeyrek asrı tamamladığım bugünlerde, bu senede farkettim ki meğer erkeklik de paket hâlinde nice sıkıntılarla geliyormuş, insanlık da hayvanlık da; meğer var olmanın kendisi bir dertmiş. Kime, ne tarafa baksam var olmakla ilgili çeşit çeşit sorunlarla boğuşuyor, eğer insansa dili de olmasından mütevellit bundan yakınıyordu. Var olmaktan pek memnun kimse de bulunmuyordu, ille bir şikâyeti ve yakınması vardı. Ve nihâyet, mahluk olarak her şeyimiz tam olsa bile tırnaklarımız niye uzuyor diye yakınabilecek kapasitede olduğumuzu farkettim. Kalıplar sadece yakınmamız için bir araçtı, biz var olmayı kabullenemiyorduk veya daha doğrusu bize verilen varlık nimetini şükürsüzlük peşinde harcıyorduk (istisnâlar dışında). Kimimizin diğerlerine nisbetle daha haklı gerekçeleri vardı elbette; zira bazıları daha şanslıydı, bazılarına nisbetle âdâletsizlik vardı. Ama dışarıdan şanslı görünenin de şikâyetleri eksik olmuyordu ki? 

Bugüne geldiğimde ise, artık var olmaktan sıkıntı duymuyorum, aksine buna seviniyorum (hâlâ eski alışkanlığıma zaman zaman müracât etsem de). Zira bana verilmiş en büyük hediye var edilmemdi. Buna lâyık görülmüşüm, o halde iş niye "var" olduğumun peşinden çocuksu bir şekilde koşturmak değil, bunu bir nimet bilip yaratılmışlığın; var edilmenin hakkını (en azından elden geldiğince, bu gayretle) ifâ edebilmekti. Bunun dışındakiler bu sorumluluktan kaçmak için bir araçtı sadece. İşte hediyenin o yanını bu yanını çekiştirip mızmızlanmayı bırakınca artık sıkıntılarım azaldı, zira buna vakit kalmamıştı. Yapılması gereken bundan böyle belliydi.

Bugüne kadar ve bundan sonrasında da bana en yüce hediyeyi; var olma nimetini bahşeden, yokluktan varlığa çıkarmaya lâyık gören Rabbime hamdolsun. Ve hep beraber bu var edilişe kısmen de olsa lâyık olabilmeyi bize muvaffak kılsın, bu yolda bize yardımını da ihsân eylesin.

27 Aralık 2013 Cuma

Halvet der Encümen

Bir zâtın kedisi varmış, 'öyle güzel eğittim ki bir insan gibi şöyle şöyle oturur kalkar, böyle böyle yer' diye arkadaşlarına över dururmuş. Bir gün arkadaşı da demiş ki, 'madem bu kadar özel kedi, bir davet ver de görelim maharetini.' Derken, davet günü gelmiş çatmış. Sofralar pek güzel, kedi de pek edepli; zâtın dediği kadar varmış. Tam yemeğin ortasında dâveti isteyen kişi cebinden fareyi çıkarmış, kediye göstermiş. Eh kedi de kendinden geçip ortalığı yıkıvermiş (hoş fareyi şimdiki bizlere gösterseler aynı tepkiyi de verebilirdik ya, demek o zamanlarda daha normal karşılanıyormış).

Bu kıssa nefsimize örnek olması münâsebetiyle bana anlatıla geldi hep. Nefsimizi şöyle edeplendirdik, böyle terbiye ettik demekle olmuyor, zira bir fareye bakıyor iş. Diyelim kendimizi kapatıyoruz bir köşeye, efendim gıybet yok, nemâmcılık yok, filan şekilde davranmayacağım, bundan böyle bu kötü huyları değiştireceğim diyoruz, başlıyoruz ibadete. Şöyle güzel zikrediyor, böyle huşû ile kılıyoruz namazı (daha doğrusu öyle zannediyoruz). Fakat odadan çıkıp insan içine çıkınca (insan görünce) tüm terbiyemiz oluyor yerle yeksân. Zira hem kendi kendimize değişmemiz, kendimizi terbiye etmemiz o kadar kolay değil (bunun için Allah'ın yardımı gerek) hem de bunu imtihan olmadan, dünyadan azâde bir kuytu köşede yapmak da yetmiyor. Yani tabiri caiz ise, fareyi göre göre terbiye 'edilmek' şart. Fare yerine koy en sevilen arkadaşlarla oturup dedikodu yapma keyfini, ticarette insanlarla haşır neşir olmayı, hoca iken talebe; talebe iken hoca karşısında olmayı.. vs. vs. gider. Belki debu sebeple Nakşî Şeyhleri (en azından benim bildiğim kolu) Halvet der Encümen (halk içinde hak ile beraber olma) ilkesini benimsemişler ve mürîdlerini de bu yola teşvik etmişlerdir. Mürşîd (kulun Allah'tan yardım istemesine cevap olarak onun terbiyesine vesile kıldığı zat) de mürîdi halk içinde kaybolmasın ve hakkı bulsun diye elinden tuttuğu, onu terbiye ettiği kişidir (burada hakkı bulmaktan kasıt, Allah ile beraber olduğunu unutmayıp gafil olmama ve her amelini buna uyarak yapma gayretinde olmaktır). İşin özü, Nakşî Şeyhleri, müridlerini 'fareyi' göstere göstere, nerede, nasıl ondan sakınılacağının yordamını öğreterek terbiye eder; onlar da böyle terbiye edildiği için işin inceliklerini bilirler. Böylece Múmin, elinden ve dilinden emin olunandır mazharına layık olabilir.

Kişinin kendi karakterini dahi öyle kolayca degiştirememesi aslında çok teemmul edilmesi gereken bir mesele benim nazarımda. Bir insan en çok kendisini bilir, ve kudreti en çok kendi üzerinde olması gerekirken nasıl huyunu değiştiremiyor, bu nasıl kendi amelinin hâliqi olmaktır? Kendi huyunu dahi yardım olmaksızın değiştiremeyen insan neyi değiştirebilir? Açıkçası ben tüm çabalarıma ragmen sevmediğim huylarımın olduğu gibi durduğunu görünce tam bir acziyet içinde çöktüm ve Rabbimin yardımı olmadan pek bir şey başaramadığımı 'eskiye' nazaren birazcık daha kavradım.

Ekleme: bu yazıya kimi itirazlar olabilir. Benim aklıma gelen bir kaç tane var ama sonra yazmayı düşünüyorum onun için.

Eleştirel Bakma ile Gelen Ortayolculuk


İnternette, elime geçen kitaplarda nereye baksam bir 'herkese/her fikre karşı temkinli, uyanık olmamız; eleştirel bakmamız lâzım'cılık gözüme batar oldu şu vakitler. En son başladığım kitap da söyleyeceklerini tam söylemeden bu tebliği yapıverince içim iyice şişti, şişmekle kalmayıp bir de kavruldu üzerinize âfiyet. Şu 'bakış' ile ilgili bir şeyler yazmadan bu kitaba devam edebilmem kâbil değil dedim, kenara bıraktım. Bu tembihe neden böyle sinirlenmeye başladım tam bilemiyorum, ihtimal çok fazla karşıma çıktığı için bunaldım ama beni rahatsız eden bir tarafı da var. Bunun izini sürebilmek için yazmaya karar verdim.

'Eleştirel bakma'nın beni rahatsız eden iki vechesi var. Evvelâ yukarıda da değindiğim gibi bir fikri, bir yazıyı eleştirmekle, sıkıntılı kısımlarına işaret edip yerine yenisini kaim kılmak ile yetinmiyor, bu bakışı herkesin edinmesini de gerekli görüyor. Ve hatta eleştirisine her başlayışında evvela bir söylev çekerek bu bakışı allayıp pulluyor. Yetinmiyor, felâhın ancak eleştirel bakma, temkinli olma ile mümkün olacağını iddia ediyor, zaten metnin kalan kısmında da hiç bir iddiası bu kadar güçlü olmuyor. O iddia ettikçe bende sivilceler çıkıyor. Hani bu tavsiye kısmını es geçip eleştiri kısmına gelse o kadar tepkili olmayacağım belki ama bu girizgâh beni cidden yoruyor. Sonra işin eğlenceli kısmı başlıyor; eleştirel bakmak'tan kasıt yeni bir iddia ortaya atmak değil, sadece eskisinde bir gedik açmak, eleştirdiği şeyin doğruluğunu sarsmak ama yeni bir doğru iddia edememek; konuyu yapabildiği kadar bulanık hale getirmek. 'Öyle değil, böyle olmak zorunda' demek yerine; 'öyle olmayabilir, böyle olabilir, ama olmayabilir de' gibi bir karışım içine sokmak. Varabileceği nihâi fikir aşağı yukarı şöyle oluyor: "Herkesin doğrusu kendine, herkes iyi de olabilir kötü de. Şu iş güzel de olabilir, olmayabilir de. Nereden baktığına bağlı." Ortaya atılan fikir mutlak bir doğru olmak yerine kaygan, her an başka bir fikre dönmeye müsait.

Niye varacağı nihâi yer böyle oluyor? Zila eleştire eleştire artık kendisine de böyle bakıyor, iddia edeceği her düşüncede bir gedik buluyor ve yanlışlanamayacak cinsten yazma gayretine giriyor. Yanlışlanamayacak cinsten yazmanın kuralı da mümkün mertebe iddiasız olmak, her an kaçış yolunu hazır bulundurmak. Genelde belli tabuları yıkmak ve ezber bozmak için 'eleştirel bakmamız' savunuluyor ama bunu ilerlettiğimizde varabileceğimiz yeni ezber hepsinden kötü: Sadece var olanları eleştiren, yeni bir iddiası olmayan, ortayolculuktan ileri gidemeyen fikriyât. Bu benim tam da içinde bulunduğum bir hâlet-i ruhiye, ki yazılarımda da bâriz şekilde bunun izlerini görebilirsiniz. Bu sebeple herkese temkinli olmak tavsiye edildiğinde bu kadar kızmaya başladım; temkinli davranmayı hayatınıza yedirdiğinizde, evet başkalarını kendi doğrularınızla boğmuyorsunuz, onlara -eleştirel bakış dışında- bir şeyi telkin etmiyorsunuz (ki bu telkinin diğerlerinden aşağı kalır yanı yok) ama kafa karışıklığından da kurtulamıyorsunuz. Hâliyle amel edemeyip tembellik çukurunda kayboluveriyorsunuz.

Her şeye karşı temkinli olmak bir yere kadar fâide sağlayabilir fakat kesinlikle 'herkes'in bu bakışa sahip olması iyi bir şey olmaz. Herkes temkinli davrandığında eleştirebileceğimiz ne kalacak ki? Kimse hiç bir doğru iddia etmediğinde fikrî yapımızda ne türden bir gelişmeye sahip olabileceğiz? Düşünsenize neye elinizi atsanız, aşağı yukarı şöyle bir cümle ile karşılaşıyorsunuz: "Olabilir, olmayabilir de. Falan filan yüzünden olursa güzel olabilir, ama şu itiraz gelebilir, bu sebeple güzel olmayabilir de."

Bu sebeple eleştiriyi bir araç olarak yararlı bulsam da amaç haline gelmesine, hele hele her dâim sorgulama, eleştirme, şüphe içinde olma halinin bir tebliğ metodu olarak benimsenmesine karşıyım. Felâh eleştiride değil, o bizi sadece bir yere kadar bizi götürebilir. Bir yerde ise ayak bağı olmaya başlar.