21 Eylül 2011 Çarşamba

Yaratıcı Hakkında -I-

Sıkıcı ve pek de olmamış bir yazıyla karşınızdayım efenim. Kahretsin ki tüm denemelerime rağmen şöyle hoş ve farklı bir yazı çıkaramıyorum ortaya. Tek yapabildiğim düşüncelerimi sıkıcı bir şekilde özetlemek, ne yapayım şimdilik elimdeki malzeme bu kadar.

Kimi insanların (ve kendimin) "hala" daha bir yaratıcı (1) fikrine neden ihtiyaç duyduğunu düşünüyorum zaman zaman. Bu konuda araştırmalar da oluyor ama pek takip ettiğim söylenemez (2), ben kendimden ve biraz da gördüklerimden yola çıkarak bir şeyler söylemeye çalışacağım.

Dil, ister konuşma yoluyla olsun ister yazıyla olsun diğer insanlarla ilişkimiz ve iletişimimizde çok mühim bir yere sahip olsa da kendimizi tam anlamıyla ifade edebildiğimiz araç olmayabiliyor kimi zaman. Şu yazıyı yazarken dahi zihnimde kurguladığım şekli güzelce veremiyorum, kaç tane parantez açıp yazıya müdahale edesim geliyor. Hep bir yarımlık, olmamışlık hissi var beraberinde. Sadece yazı olsa neyse, konuşmada da aynı sorun yok mu? Hatta konuşmak kimileri için daha bile zor (ben konuşmayı yazmaya tercih edengillerdenim). İşte bu dil ile iletişimi tam beceremeyip anlaşılamamak bizde bir yalnızlık ve yorgunluk hissi oluşturabiliyor. Ve belki de yaratıcı buna verdiğimiz bir cevap.

İnsanı yarattığı için hiç bir şey yapmasına gerek kalmadan onu anlayabilen bir zat. Ya da ondan meydana geldiğini düşündüğü ve kainattaki her bir zerrenin de ondan olduğunu hissedebileceği, insana kendisinden daha yakın olabilecek bir valık fikri cezbedici olabilir pekala. Yanlış anlaşılma, kendisini ifade edememe gibi korkuları yok, sadece var olması yeterli anlaşılması için. Yaratıcının varlığını olumlarayak bir nevi kendisini ifade etme zorunluluğuna karşı duruyor da diyebiliriz.

Ya peki herkesin refah içinde yaşadığı, toplum baskısıyla inancın yerleştirilmediği bir toplumda ne olacak, yine devam edecek mi yaratıcı fikri? Bence edecek, belki şimdiki kadar çoğunluk olmayacak ve hatta azınlık olacak ama yine de buna ihtiyaç duyan insanlar var olacak. Hatta ölümümüzü geciktirmenin bir yolunu bulsak da devam edeceğini düşünüyorum. Belki Serial Experiments Lain'deki gibi ortak bir bilinç veya birbirimizi anlayabileceğimiz bir iletişim biçimi geliştirirsek ve yalnızlığımıza tam çözüm bulursak ihtiyaç duymayız ama yine de belli mi olur? Belki de o hep varlığını hissettirecek ve biz de sebepler aramaya devam edeceğiz.

(1) Elbette yaratıcı derken nasıl olduğu tam malum ve şöyledir diyebileceğim bir yaratıcı değil burada kastettiğim. Zira inananlardaki kişiliğe göre de bu tasavvurun değiştiğini düşünüyorum (bu tasavvur hakkında başka bir yazı yazmak istiyorum kısmetse).

(2) Yine hatırladığım kadarıyla bu araştırmalar genelde tanrı inancını toplumsal ve ekonomik yönden ele alıyorlar, bir de ölüm korkusuyla açıklananı var. Ben yazıda daha bireysel olarak ele alacağım.

13 yorum:

  1. Tanrıya inanmadığıma karar verdiğimde hissetmiştim bahsettiğin yalnızlığı. O kadar dehşet vericiydi ki delicesine kıskanmıştım inananları, sadece birkaç milisaniye sürse bile. Ama zaten sahip olupta kaybettiğim birşey yoktu ortada, daha önce de yalnızdım, hep yalnızdım; sadece farkına varmamıştım. Şimdi hayattaki yalnızlığımla (birden çok şekildeki) barışık yaşamaya çalışıyorum. Çoğunlukla fena gitmiyor :).

    YanıtlaSil
  2. Yalnızlık hissettiğim çok oldu ama hiç öylesine derin hissetmedim sanırım. Yalnızlıkla barışmak da büyük bir meziyet elbette, hele devamlı yakınan varken daha bir mühim.

    Tabi belirteyim, benim yaratıcı ile alakam daha çok bu yalnızlık üzerinden gitmiyor (gibi hissediyorum). İbadetle gelen iletişimden zevk alıyorum, belki yetiştirilişim yüzündendir emin değilim ama en isyankar zamanlarımda dahi (dönem dönem oluyor bana bu) isyanlarım ergen isyanından öteye gitmiyor (niye böyle rabbim, oldu mu şimdi hiç gibisinden). Belki bunun kökü de yalnızlıkla alakalıdır, tam bilemedim :)

    YanıtlaSil
  3. Tanrı tasavvuruna neden ihtiyaç duyulduğu, bunun neden bu kadar yaygın olarak ortaya çıktığı konusunda, farklı perspektiflerden çok sayıda argüman üretildi şimdiye kadar. Bu bağlamda, özellikle "iman" kavramına bakmayı önerebilirim. İman etimolojik kökeni itibariyle kendini bir şeye emanet etmekle bağlantılı bir sözcüktür bildiğiniz üzere. Bir varlığa güvenmek ve bağlanmayı ihtiva eder. Böyle bilinçli ya da bilinçdışı bir ihtiyaç da pek çok insanî hâl ve durumdan neşvünema bulabilir elbette: Ölümlülük hissi, iletişim arayışı, yalnızlık vs. Hattâ Marx'ın "kalpsiz bir dünyadaki kalp" olarak din tasavvuru bile bu bağlamda ele alınabilir.

    Fakat bu uzun bir mesele ve şimdilik dursun bir kenarda. Burada düşünmeye değer olan, başka bir mevzu var. Yukarıdaki yazıda, tanrının ontolojisine dair kayda değer bir gönderme yok ve bu beni gülümsetiyor. Doğal teolojiyi ve onun haleflerinin benzer yaklaşımlarını gerçekten aştığımız için mi böyle bu? Artık tanrı, "ispatı vacib" olan, objektif ve zorunlu bir varlık olarak ele alınmaktan kurtuldu mu? İster istemez Kierkegaard'cı bir bağlamda mıyız yani?

    YanıtlaSil
  4. Genel olarak öyle mi bilemiyorum (sanki oraya bir yöneliş de var) ama ben bu ispatı vacip yaklaşımını hiç anlayamamıştım. Bu konu hakkında yazmayı düşündüğüm ikinci yazıda da bahsedecektim hatta. İlk akaid dersini aldığımda yaratıcının sıfatları, işte kelam tartışmaları çok anlamsız gelmişti bana. Hatta hayatımda ilk defa ders vermeyi reddetmiştim (ömer nesefi akaidi idi, sadece bir kere ders vermiştim sanırım). Ben inanıyorum işte ne gereği var öyle ispatlara demiştim. Sonra o dersi öğrencilere vermek bana düştü, verirken epey çalışmak durumunda da kaldım ama yine kelamcıların yaklaşımlarını içime sindiremedim.

    Hatta Molla Fenari de şöyle düşünüyor kelamcılar hakkında: "Sonra en başta zikredilmiş olan, vahyi ve hakikatleri mutlak olarak kabul eden ehl-i İslam içerisinde de dört ayrı tavır gelişmiştir: Bunlardan ilki Kur’an ve sünneti zâhirî üzere anlayıp her türlü tevilden kaçınan zâhirîyye, ikincisi naslara Cenâb- ı Hakk’ın muradı üzere iman eden ve akıllarıyla idrak edemedikleri zat ve sıfatlar gibi meseleleri tevilden kaçınarak, Cenâb-ı Hakk’ı noksanlıklardan tenzih eden selef-i salihin, üçüncüsü zâhirîlerden ve selef ulemasından ayrılarak akılları ile metafizik hakikatlere ulaşma iddiası güden, ancak gerçek imanın gerektirdiği şeye vakıf olmadıklarından dolayı, hatalarının zararı isabet ettikleri görüşlerin faydasından daha fazla olan kelâmcılardır; bu sonuncular metafizik konularda gerçek bir bilgiye ulaşamamışlar ve akılcı metotlarını filozoflarda olduğu gibi son raddesine kadar kullanamadıklarından, ne şeriat ve ne de akıl konusunda bir başarı elde edememişlerdir."

    Bu düşüncelerimin oluşmasında belki tasavvufi bir geleneğin içinde yetişmemin de payı vardır, zaten Molla Fenari de işi oraya götürüyor ve bu iş hal işidir diyor. Tabi kelam ilmi hiçten gereksizdir demiyor ama pek de itibar etmiyor sanırım.

    YanıtlaSil
  5. Kierkegaard da okumadım, çok karşılaşıyorum bugünlerde ama, okumam farz sanırım :)

    YanıtlaSil
  6. yok olmak korkusundan olabilir mi acaba? insanların öldükten sonra yok olmak fikrine tahammül edemeyip, 'öteki dünya' kurgulamaya ihtiyaç duymaları. dil konusunda haklısın galiba: 'kelimeler eyfiti bazı anlamlara gelmiyor'. kal sağlıcakla.

    YanıtlaSil
  7. Doğrusu sadece belli bir mesafeden ilgimi çeken bu konuda kendimi söz söylemeye hiçbir şekilde ehil görmem, ama ne Molla Fenarî ne de ondan daha başat seleflerinin meseleyi sadece "hal ilmi" olarak gördüğünü düşünmüyorum. Her ne kadar kelam geleneğini birçok noktadan sıkı bir şekilde eleştirmiş olsalar da, kendi tasavvuf yaklaşımları da aynı konularda kökleri antik felsefeye uzanan ve karmaşık bir uslamlamaya dayalı teorik bir bağlam içeriyordu.

    Ayrıca "ben inanıyorum işte ne gereği var öyle ispatlara" ifadesine karşılık şu soruları sorabiliriz: Neye ve niye? Neden Hristiyan Teslis'ine değil, neden Budizme, Hinduizme ya da herhangi bir şaman ya da pagan inancının vaaz ettiği tanrısallığa değil de, İslâm'ın vaaz ettiği tanrıya iman bu?

    YanıtlaSil
  8. Adsız, teşekkürler. Sen de kal sağlıcakla :)

    Vampir, hocam da o zaman öyle demişti. O noktada aslında gelenek ve aile devreye giriyor benim için. Eğer hristiyan bir ailede yetişseydim teslis veya budizm daha ilgimi çekecekti muhtemelen. Ya da onlara kendimi daha yakın hissedecektim. Kelam'ın da buna cevap vermek için yola çıktığını bilsem de sorunun ne kadarına tatmin edici cevap verebilmiştir tartışılır.

    YanıtlaSil
  9. Evet, daha genel bir bağlamda teoloji ve din felsefesi burada tatmin edici olmayabilir. Fakat bu azımsanmayacak bir problem aynı zamanda. Eğer şartlar başka türlü olsaydı, sonuçların da başka türlü olabileceği gerçeği ve zeminin bu denli kaygan olması, ciddi bir sorun barındırıyor. Çünkü mensubu olmanın verili gelen çevresel koşullara böylesine bağlı olduğu bu dinler mutlak hakikat konusunda oldukça cimriler, her biri bunun sadece ve sadece kendisinde bütünüyle mevcut olduğunu iddia ediyor ve dahası bir kısmı kozmolojik bir iyi/kötü çatışması zemininde gücünü uhrevî bir ödül ve cezalandırma mantığına sıkı sıkıya yaslıyor.

    YanıtlaSil
  10. Uhrevi ödül/cezalandırma ve hakikatin sadece birinde mevcut olmasına dair itirazlarım var benim de. Yani şu şu muhakkak doğrudur, tek gerçek ve hakikat budur diyebileceğim bir zeminde değilim zaten.

    YanıtlaSil
  11. Bu ayrıntılandırılmaya muhtaç bir bakış.

    YanıtlaSil
  12. Evet, ikinci bölümde kafamdakileri toparlayabilirsem yazacağım inşallah.

    YanıtlaSil
  13. En çok takıldığım nokta ne yazın ne de sonrasındaki yorumlar değil de ragnor 'un yorumu. Herhangi bir anlamda tanrının varlığına, yetersiz veri ve içi boş olasılıklar sebebiyle hiç kafa yormamış (tam bir agnostik yapıyor olmalı bu beni) biri olarak tanrı ya da tanrı yerine koyacağım bir şeyle uzun süredir ilişkim yok, ancak ragnor 'un bahsettiği hissi hiç yaşamadığımı düşünüyorum şimdi, sorun benim yaklaşımımda mı, ragnor 'un bahsettiği hissiyatta mı anlam veremedim. Hatta tanrının/meta-fiziğin var olmadığı bir dünya çizip orada yaşamak meta-fizik bir dünyada yaşamaktan daha kolay, güvenli, evimde hissettirir bana. Bu da bana "acaba?" dedirtiyor, acaba tanrının varlığı herkes için çok farklı sosyal anlamlar içeriyor olabilir mi?

    Belki de yaşam tarzı, sosyal anlayış ve insanın inançlarla olan geçmişi bunu tetikliyor olabilir, bir poker oyununda son ana kadar her şeyini vererek gidip son anda artık kaybedeceğini net bir şekilde görsen bile duygusal davranıp, burada olmazcılık yapıp çekilmemen gibi, benim hayatımda hiçbir zaman tanrı olmamıştı çünkü, korktuğumda sığınmak pek aklıma gelmezdi -anneler bu iş için var :p-, çok fazla adını anmış, ihtiyaç duymuş ya da bir şeylerin yerine de koymamıştım, klasik amerikan filmi çocuklarında noel baba ve dolaptaki canavar nasıl büyüyünce yok oluyorsa, tanrı da büyüyünce o doğallıkta yokolup gidebildi. Burada belki de asıl tanrı beklentisine sebep olan şey tanrının sundukları (adalet,sonraki yaşam,yalnızlığa çare vs.) değil bu kavramların bir şekilde daha biz küçük çocuklarken tanrıya çözmesi için atadığımız (tanrı korumazsa dolaptaki canavarı kim kovalayacak mesela) sorunlar olmaları, ve tanrı kaybolursa bu sorunların net bir şekilde karşımıza fırlayıp bir bir önemsiz/çözülmüş problemlerden gerçek, sinir bozucu durumlara dönüşmeleri, tanrının kaybolmasını istememeye, her yolu kullanarak onu kanıtlamaya, varlığını sürdürmesini, bir şekilde bizim için orada olup o sorunları çözmeye tanrıyı zorlamaya sebep oluyor olabilir.

    YanıtlaSil