7 Ekim 2011 Cuma

Fotoğraf Üzerine

Prenses'e Mektuplar'daki şu yazıyı okuyunca fotoğraf üzerine düşünmeye başladım, bari iki gram düşünüyorum, heba olmasın da bir şeyler yazayım dedim. Gerçi Kant'ın felsefesiyle ilgili bilgim bu yazı ve bir kaç sözlük maddesinden oluşuyor, yanlış anlamış olabileceğim bir şey üstüne yazma riskine giriyorum (cahil cesur olurmuş ya, o hesap). Yanisi şu, yazı pek de Kant'la alakalı olmayan bir yerden başlayıp çok zıt olduğu bir tarafa varabilir, bilemiyorum.

"Gerçeklik" algımızı oluşturan araçlardan biri gözlerimiz diyebiliriz sanırım. Görebildiğimiz şeylere kesinlik atfeder ve var olup olmadıkları hususunda pek şüpheye düşmeyiz. Ancak görüntüye baktığımız sürece olur bu, gözlerimizi kapadığımızda o kesinlik gider ve yerini farklı şeyleri kendisine eklemlediğimiz yeni bir görüntüye/hayale bırakır. Faraza sevdiğimiz bir insanın gülüşünü çağrıştırıyor diye aslında ona uzuvları cihetinden pek benzemeyen (tabi benzememesi kendi algımıza göredir) birini, sırf gülüşünden dolayı sevdiğimiz o ilkine benzetiriz. Sonunda gözümüzü kapadığımızda artık o iki farklı kişi, sadece gülümsemeleri birbirine benziyor diye içiçe geçmiştir (birinin kaşını, öbürünün dudaklarını alıp ortya yeni bir görüntü çıkarabiliriz de zihnimizde).

Konuyu fotoğrafa işte bu "gerçeklik" algısı üzerinden bağlayacağım. Çünkü fotoğrafın iddiası gerçeği belgelemek bir bakıma. Bu iddiaya rağmen aslında fotoğraf, gözle birlikte diğer duyu organlarımızın yorumladığı şeyleri, göze benzetilerek üretilen (ama pek de aynısı olduğunu söyleyemeyeceğimiz) bir mercekle, bu sefer iki boyuta indirgeyerek yorumlar veya belgeler ("inception gibi, he?" desem fazla mı kaçar ki?). Bir sonbahar ikindisinde, grimsi ve hareketli bulutları rüzgar eşliğinde izlerken zihnimizin bunu algılamasıyla, o bulutları fotoğrafladığımızda algıladığımız pek birbirine benzemezler, hatta fotoğrafı kimi zaman yabancılarız. Belki bunun sebebi o anı yaşarken gözümüzle birlikte başka duyu organlarımız da işin içine dahilken, fotoğrafınkinin çok daha indirgemeci olup basit kaçmasıdır. Peki etrafımızda olan biteni yorumlamak için beş duyu organımız değil de daha fazlası olsaydı, o zaman şimdiki araçlarla (görmekti işitmekti vs.) algıladığımız "gerçeklik" daha basit kaçmaz mıydı? Yani tıpkı fotoğrafta olduğu gibi bizim duyu organlarımız bizi kısıtlıyorsa, yapabileceğimiz ne olabilirdi? Daha duyarlı farklı organlar geliştirmek veya tasarruflu olacaksak elimizdekilerinin algısını yükseltmek belki. Sanırım budistler veya mutasavvıflar da yıllar süren perhizlerle, halvetlerle bunu yapmaya çalışıyorlar. (Schopenhauer İstenç/istem'i algılamak için kendimize dönmeliyiz derken bunu mu kastediyordu dersem çok mu kafadan sallamış olurum? Bilenler bir el atıverse pek makbule geçer :)).

***

Gözümüzle algıladığımız ile, fotoğrafla algıladığımız arasındaki farka en güzel örneklerden biri de bedenimiz olabilir. Kaç kişiden duymuşumdur "fotoğraflarda gerçekteki gibi görünmüyorum" cümlesini, bilmem. Oysa iki boyutlu olan fotoğrafa bu kadar şüpheci yaklaşırken, aynadaki yansımamızı neredeyse kesin olarak kabul ederiz (gerçi bu ayna beni çirkin gösteriyor diye bir cümle de yok değil). Ne olursa olsun, fotoğrafı aynadakine oranla daha geri planda, daha bize uzak kabul ediyoruz. (Acaba gözlerimiz fotoğraf makinesindeki merceği mi kıskanıyor, üzerime kuma mı geldi bu ne diye?) Ya da fotoğraf aynaya oranla daha yeni olduğu için öyleyiz. Belki genel olarak internette, daha özel olarak sosyal medyada fotoğraflar aracılığıyla bu kadar görünür olmuşken; fotoğraflarımızı esas, aynadaki görüntümüzü ise yanlış olarak yorumlamaya başlarız. 

Görünürlük demişken, belki şu hayattaki kadim hüzünlerimizden birine deyinebiliriz; kendimizi algılayamazken diğer her şeyi en ince ayrıntısına kadar tarayıp inceleyebilme imkanımız. Ve elbette diğerleri tarafından nasıl algılandığımız. Ayna veya fotoğraf bu merakı dindirmek için bulduğumuz birer çare ama ne yazık ki bu hüznümüzü geçirmek yerine daha da arttırıyor. Çünkü yansımamızı göremiyorken kıyas için uğraşmayız, sadece inceleriz. Oysa yansımayla gelen şey diğerleriyle bitip tükenmeyecek bir kıyas ve o kıyas fotoğrafla birlikte çok daha evimize ulaşır oldu. 200-300 yıl evvel kendimizi sadece yanımızdakilerle kıyaslıyorken artık dünyanın her ucundan insanlarla (daha doğrusu fotoğraflarıyla) kıyaslıyoruz. 

Şirketler de reklamlar aracılığıyla esas bu kıyaslamamızdan yararlanmıyor mu? "Bak gerçek insan şöyledir, onun gibi olmak elinde! Sadece şunları satın al, şu ameliyatlardan geç yeterli." tarzındaki bombardımanlara bu kıyaslayabilme vesilesiyle tabi tutulmuyor muyuz? Çağımızın ibadethanelerinden güzellik merkezlerinde en çok gözlemlenebilir bu, "memnun değilsen kıyas ettiğin o güzele benzeyebilirsin, çünkü her şey senin elinde." Aynaların olduğu devirde çirkinlik hakkımızken (Allah vergisi), fotoğraf çağında gelişen teknolojiyle bu hak elimizden alındı, artık çirkinlik kendi suçumuz kabul edilir oldu.

Bu son yazdıklarım kadınlar özelinde gibi duruyor değil mi? Oysa erkeklerin de derin bir nefes alabilme gibi bir lüksleri yok artık. Zira görünüme yatırım yapan şirketler, kadınlardan hariç yeni bir profil olarak erkekleri dahil ettiler bünyelerine. Artık görüntülü kıyasın kıskacına, tarihin hiç bir zaman diliminde olmadıkları kadar dahil edildi onlar da. Biz aynalardan alışmıştık kıyasa, erkekler ise biraz sudan çıkmış balığa dönecekler ama ne olduklarını anlamadan aradaki farkı çabuk kapatabilirler de. Siz erkekler, evet evet siz. Hoş geldiniz bu pek muhteşem kıyas dünyamıza. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder