27 Ekim 2013 Pazar

Âlem

O yanda bu yanda görüyorum, Allah'u Tealâ'nın varlığını kanıtlama sadedinde nizam delilinden (bu kadar mükemmel bir âlem ancak bir yaratıcı ile varolabilir gibi) bahsediliyor. Fakat bu delilin haddinden fazla kullanılması bir yana, mevzu neredeyse 'mümkün âlemlerin en iyisi ancak bu olabilir'e ve hatta âlemin kusursuzluğuna getiriliyor. Eğer âlem kusursuzsa başka bir kusursuza niye ihtiyaç duysun? Kusursuz olan kendi kendine de kaim olabilir neticede. Nizam delilini bu sebeple ben daha farklı anlıyorum: âlem, hayatımızı devam ettirebilmemiz ve içindeki her bir varlığa karşılık onu yaratanı hatırlayıp tefekkür etmemiz için tam da olması gerektiği gibi ve nizam da işte bu adetullah diyebileceğimiz âlem'in kanunlarından, o tefekkürden başkası değil. Haliyle nizam delilinden anladığım kusursuz bir âlem aramak değil, o âleme tefekkür ve şükür ile bakabilmek, hatta kusurlarına tevekkül ile sabredebilmektir.

Buna mukabil, âlem'in bir İlah'a muhtaç olmasını karşılayacak delil türü nizam'dan çok hudüs delilidir; yani sonradan olma, değişme - daha güzel ifade edilen şekli ile diyecek olursak - kevn'ü fesad ile hemhal olma hali. Âlemimizin kevn'ü fesad üzere olmasıdır bizi kusursuz, bâki bir zatı aramaya sevk eden. Zira yüzümüzü nereye dönsek bir değişim, kaybolma, belki sonra yeniden oluşma hali karşılıyor bizi. Bulunca seviniyor, kaybedince üzülüyor, yeniden bulunca bu sefer korku ile seviniyoruz; bulduğumuz her an yine kaybolabilir diye. İşte bu sebeple değişim, oluş/yok oluş bizi hüzne sevketmekte; kimi zaman sevindiğimizde de üzüldüğümüzde de göz yaşlarına boğmakta. Ve bu hüzün bizi bâki olana, değişmeyene, o kusursuz olanı aramaya sevkediyor; çoğu kere bulamadığımız için bâkiliği kendimizde arımaya başlıyor, türlü şebekliklere giriyoruz. Ama değişim hep oluyor, hüzün de beraberinde geliyor. Geçmişi, hayatımızda olmayan insanları ve hatta eşyaları bile hatırlıyoruz da kalbimize bir ağrı saplanıyor. Niye ki? Biz fani varlıklar, kevn'ü fesad âleminin canlıları olarak bâkiliği ne biliriz ki onun özlemi ile tutuşur ve hayatımızın akıp gitmesini pek sevimli bulmayız? Bâki'den bize bir zerre verilmiş ise ve biz de onu tatmış isek onu bırakamamış ve peşinden sürükleniyor olmayalım? İşte atamız İbrahim (a.s) da o bâki olan Zat'ın peşinden gitmiş:
فَلَمَّا جَنَّ عَلَيْهِ اللَّيْلُ رَأَى كَوْكَبًا قَالَ هَذَا رَبِّي فَلَمَّا أَفَلَ قَالَ لا أُحِبُّ الآفِلِينَ
Gece, üstünü örtüp bürüyünce bir yıldız görmüş ve demişti ki: «Bu benim rabbimdir.» Fakat (yıldız) kayboluverince: «Ben kaybolup gidenleri sevmem» demişti. - En'am 76 - Tefhim'ul Kur'an
Bu ayet demek istediklerimi öyle güzel anlatmış ki, benim söylediklerim boş. Âlem'e ve onun bizim tarafımızdan kavranılışına dair her şey İbrahim (a.s)'ın şu cümlesinde özetlenmiş: "Ben kaybolanları/batanları sevmem."

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder