27 Aralık 2013 Cuma

Halvet der Encümen

Bir zâtın kedisi varmış, 'öyle güzel eğittim ki bir insan gibi şöyle şöyle oturur kalkar, böyle böyle yer' diye arkadaşlarına över dururmuş. Bir gün arkadaşı da demiş ki, 'madem bu kadar özel kedi, bir davet ver de görelim maharetini.' Derken, davet günü gelmiş çatmış. Sofralar pek güzel, kedi de pek edepli; zâtın dediği kadar varmış. Tam yemeğin ortasında dâveti isteyen kişi cebinden fareyi çıkarmış, kediye göstermiş. Eh kedi de kendinden geçip ortalığı yıkıvermiş (hoş fareyi şimdiki bizlere gösterseler aynı tepkiyi de verebilirdik ya, demek o zamanlarda daha normal karşılanıyormış).

Bu kıssa nefsimize örnek olması münâsebetiyle bana anlatıla geldi hep. Nefsimizi şöyle edeplendirdik, böyle terbiye ettik demekle olmuyor, zira bir fareye bakıyor iş. Diyelim kendimizi kapatıyoruz bir köşeye, efendim gıybet yok, nemâmcılık yok, filan şekilde davranmayacağım, bundan böyle bu kötü huyları değiştireceğim diyoruz, başlıyoruz ibadete. Şöyle güzel zikrediyor, böyle huşû ile kılıyoruz namazı (daha doğrusu öyle zannediyoruz). Fakat odadan çıkıp insan içine çıkınca (insan görünce) tüm terbiyemiz oluyor yerle yeksân. Zira hem kendi kendimize değişmemiz, kendimizi terbiye etmemiz o kadar kolay değil (bunun için Allah'ın yardımı gerek) hem de bunu imtihan olmadan, dünyadan azâde bir kuytu köşede yapmak da yetmiyor. Yani tabiri caiz ise, fareyi göre göre terbiye 'edilmek' şart. Fare yerine koy en sevilen arkadaşlarla oturup dedikodu yapma keyfini, ticarette insanlarla haşır neşir olmayı, hoca iken talebe; talebe iken hoca karşısında olmayı.. vs. vs. gider. Belki debu sebeple Nakşî Şeyhleri (en azından benim bildiğim kolu) Halvet der Encümen (halk içinde hak ile beraber olma) ilkesini benimsemişler ve mürîdlerini de bu yola teşvik etmişlerdir. Mürşîd (kulun Allah'tan yardım istemesine cevap olarak onun terbiyesine vesile kıldığı zat) de mürîdi halk içinde kaybolmasın ve hakkı bulsun diye elinden tuttuğu, onu terbiye ettiği kişidir (burada hakkı bulmaktan kasıt, Allah ile beraber olduğunu unutmayıp gafil olmama ve her amelini buna uyarak yapma gayretinde olmaktır). İşin özü, Nakşî Şeyhleri, müridlerini 'fareyi' göstere göstere, nerede, nasıl ondan sakınılacağının yordamını öğreterek terbiye eder; onlar da böyle terbiye edildiği için işin inceliklerini bilirler. Böylece Múmin, elinden ve dilinden emin olunandır mazharına layık olabilir.

Kişinin kendi karakterini dahi öyle kolayca degiştirememesi aslında çok teemmul edilmesi gereken bir mesele benim nazarımda. Bir insan en çok kendisini bilir, ve kudreti en çok kendi üzerinde olması gerekirken nasıl huyunu değiştiremiyor, bu nasıl kendi amelinin hâliqi olmaktır? Kendi huyunu dahi yardım olmaksızın değiştiremeyen insan neyi değiştirebilir? Açıkçası ben tüm çabalarıma ragmen sevmediğim huylarımın olduğu gibi durduğunu görünce tam bir acziyet içinde çöktüm ve Rabbimin yardımı olmadan pek bir şey başaramadığımı 'eskiye' nazaren birazcık daha kavradım.

Ekleme: bu yazıya kimi itirazlar olabilir. Benim aklıma gelen bir kaç tane var ama sonra yazmayı düşünüyorum onun için.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder